“ ’Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik’ Zaman bendedir ve mekân bana emanettir, şuurunda bir gençlik.” Üstad gençliğe hitabesine böyle başlamıştı. Zamanın ve mekânın farkında olan bir gençliğe duyduğu özlemi..
“ ’Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik’
Zaman bendedir ve mekân bana emanettir, şuurunda bir gençlik.”
Üstad gençliğe hitabesine böyle başlamıştı. Zamanın ve mekânın farkında olan bir gençliğe duyduğu özlemi anlatıyordu. Doğduğu ülkenin tarihini bilen ve kavrayan, içine doğduğu milletin geçmişini bilen ve kavrayan ve sahip olduğu dinin dünyaya ve nizama adalet sağlayabilecek tek din olduğunu bilen ve kavrayan bir gençlik özlemi idi. Kendisi de bu gençliğin ortaya çıktığını gördüğünü söylüyor ve umduğu şuura kavuşması için de hayatının geri kalanını alnı secdede dua ederek geçireceğini anlatıyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarından 80’li hatta 90’lı yılara kadar böyle bir gençliğin ayak sesleri işitilir gibi oldu ancak 28 şubat dönemlerinin sona ermesi ile birlikte özlenen gençlik sistemin potası içerisinde eridi, kayboldu. Yerine refah ve huzuru bulmuş, genellikle devlet memuru olmuş, parti üyeliği ve derece derece yöneticilik makamlarına ulaşmış hatta sistemin savunucusu olmuş bir gençlik çıktı ortaya.
Üstad’ın rahle-i tedrisatından geçmiş gençlerin ülke ’de söz sahibi olmaları sanki Üstad’ın arzu ettiği gençliğin tepe noktası gibi algılandı. “İşte budur”, “Üstad haklı çıktı”, “bakın işte talebeleri ülkeyi yönetiyor”, “işte Üstad bu gençlikten bahsetmişti” denildi ancak gerçekler farklı idi. O gençlerin bir kısmı mezhep taassubu içerisinde, bir kısmı cemaat ve tarikat hiziplerinde, bir kısmı da sistem içerisinde parti teşkilatlarında eridi kayboldu.
Bugün İsrail Gazze’li kardeşlerine kan kusturuyor, ölümlerden ölüm beğendiriyor, aç bırakıyor, susuz bırakıyor, evsiz barksız bırakıyor, ilaçsız dermansız bırakıyor ama o gençlikten çıt çıkmıyor. Kilometrelerce yol yürüyüp bir lokma ekmek veren Amerikalı askerin elini öpüyor Gazzeli bir çocuk, bunun zilleti bile kahrolmamız için yeterken üstüne o çocuk sırtından vuruluyor. Bu nasıl bir taşlaşmadır, bu nasıl bir katılıktır? Ya merhametimize ne oldu? Kuşlar, börtü böcek dahi aç kalmasın diye evkaflar kuran bir millet değil mi idik? Nasıl bu kadar katılaştık?
Evet, belki o talebeler bir şeyi başarmış oldular, ülke yönetiminde söz sahibi oldular, hatta Üstadın büyük hayali Ayasofya’yı tekrar ibadete de açtılar ama öyle üstadın hayal ettiği gibi bir açılış olmadı, olamadı.
“Ayasofya açılmalıdır.. Türk’ün kapanmış bahtıyla beraber açılmalıdır. Yalnız manayı anlasak yalnız onu yerine getirebilsek. Ayasofya’nın kapıları sabır taşı gibi çatlar kendi kendisine açılır. Kendi öz evimizde ruh ve mukaddesat odamız Ayasofya budur! Üstün hükümdar Başbuğ ve aksiyon adamı Fatih İstanbul’u fethedip onun kalbi Ayasofya’da namazını eda ettiği zaman taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti…”
Böyle anlatmıştı, şuurlu gençlik Ayasofya’nın ne demek olduğunu anlayacak ve yeni bir fetih ruhu ile Ayasofya’yı açacaktı. Ayasofya açıldığında bahtımız da açılacaktı. Ama olmadı, olamadı. Çünkü o şuurlu gençlik yoktu. Üstad’ın talebeleri elbette bir şeyler başarmıştı ama sistemin içerisinde sisteme ayak uydurarak ve sistemi rahatsız etmeden bunu yapmışlardı. Türkün kapanmış bahtı da kimsenin aklına bile gelmedi. İnanıyorum ki Üstad hayatta olsaydı, söyleyeceği tek şey “hepiniz beni yanlış anlamışsınız” olurdu.
Bizi hala eskisi gibi zanneden diğer dünya ülkelerinden zaman zaman çığlıklar yükseliyor, “neredesin Ey Fatih? neredesin Ey Abdulhamit’in torunu?” ama ne dış dünya Müslümanları ne de içerdeki gençlik bunun farkında değildir maalesef.
Bize yeni bir gençlik lazım, Üstad’ın hayal ettiği gibi bir gençlik. İsrail zulmüne sessiz kalmayacak, sokağa döküldüğünde yer yerinden oynayacak bir gençlik. Ve batının korkulu rüyası olacak, fetihler yapacak bir gençlik lazım. Bu kez gerçek manada zamanın ruhunu ve mekânın durumunun şuurunda bir gençlik.
Üstad’ın deyimi ile “zifiri karanlıkta ak sütün içerisindeki ak kılı görebilecek kadar gözü keskin bir gençlik lazım çünkü bu öyle bir zaman ki karayı ak, ak’ı kara gösteriyorlar. Bu zamanda doğruyu yanlışı ayırt edemeyen bir gençlik bu kez başkasının kurduğu oyuna ancak alet olabilir.
Yine Üstad’ın dediği gibi “Can taşıma liyakatini, canların canı uğruna can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette strateji ve taktik sahibi bir gençlik..”